Bir zamanlar din, insan için bir anlam-değer dünyası inşa eden, onu tüketime dayalı dünyevî bağlılıklardan azad ederek hakikatin peşine düşüren devrimci bir çağrıyı temsil ediyordu. Ancak modern çağın iç dinamikleri, bu çağrıyı asli mecrasından kopararak, dinî ve dinin şiarlarını kendi hegemonik düzenine eklemledi. Günümüzde artık dinin şiarları, taşıdıkları metafizik ve ahlâkî anlamlardan soyutlanarak kapitalist estetik içerisinde yeniden kodlanmakta; vitrinlerde, reklam panolarında, dijital platformlarda birer pazarlama nesnesi olarak arz-ı endam etmektedir. Dindarlık ise özüne içkin olan içsel yönelimden, pazarlanabilir bir dışa vuruma indirgenmiş; ölçülebilir, sınıflandırılabilir ve tüketime konu edilebilir bir forma bürünmüştür. Bir zamanlar modernleşme ideolojisinin "terakki önündeki engel" olarak gördüğü dinî göstergeler, bugün post-seküler kapitalist mantığın en rafine parçaları hâline gelmiştir. Artık başörtüsü, Allah’ın rızasına niyetlenen bir haya sembolü olmaktan ziyade, lüks markaların koleksiyonlarında sunulan bir kimlik aksesuarına dönüşmüştür. Zikir, ruha huzur veren ve ruhun derinliklerinden yükselen bir tefekkür değil, dijital sayaçlarla takip edilen ve sayı endeksli teknik bir işlem olarak kodlanmaktadır. Oruç ise, riyazetle özdeş arınma pratiğinden uzaklaştırılarak; “Ramazan menüleri”, “iftar davetleri” ve “detoks programları” eşliğinde tüketim ritüeline dönüştürülmüştür.
Dinî sembollerin anlamından koparılarak sermaye mantığıyla yeniden kodlanmasını mümkün kılan bu dönüşümün arka planında, Michael Hardt ve Antonio Negri’nin “İmparatorluk” olarak adlandırdığı; klasik ulus-devlet sınırlarını aşan, kültürel göstergeleri dahi tahakküm altına alan ve her yerde olup hiçbir yerde görünmeyen küresel bir iktidar formunun işleyişi bulunmaktadır. Bu iktidar alanı yalnızca siyasi veya ekonomik alanı değil, aynı zamanda kültürel, etik ve dinî alanları da içermektedir. Bugünün dindarlığı, bu yeni imparatorluğun veya başka bir ifadeyle küresel sermaye düzeninin, estetik ve sembolik repertuarına dahil edilmiş bir öğedir. Artık namaz, sosyal medya paylaşımına konu olan bir görüntü; hac, vlog serisine dönüşmüş turistlik bir deneyim; zekât ise bağış kampanyası temalı gösterişli bir içerik hâline gelmiştir. Bu formlar, dindarlığın kamusal görünürlüğünü artırıyor gibi görünse de esasen onu anlamından, köklerinden ve usûlünden kopararak kapitalist bir gösteri mantığının parçasına dönüştürmektedir. Bu bağlamda kapitalizm, din karşıtı bir form olarak değil, dini kendi ekonomik ve estetik dairesine eklemleyerek araçsallaştıran bir pozisyonda yer alır.
Sözünü ettiğimiz tüm bu dönüşümler ne rastlantısal ne de yüzeysel bir sapmanın göstergesidir. Aksine, burada sistematik bir yeniden inşa ve bilinçli bir anlam kayması söz konusudur. Dinin kamusal görünürlüğünü artırdığı izlenimi uyandıran bu süreç, özünde bir anlam boşaltımı ve kutsalın metalaştırılması üzerine kurulu bir stratejidir. Bu stratejinin modern adı ise, tam da içinde bulunduğumuz çağın ruhunu ifşa eden bir kavramla anılmalıdır: “Kapitalizm Dindarlığı”. Kapitalizm Dindarlığı, yalnızca dinin biçimsel tezahürlerinin pazara sunulmasıyla sınırlı bir olgu değildir; bu kavram, daha derin bir zihinsel ve ontolojik dönüşümü imler. Burada söz konusu olan şey, dinin kalbî, varoluşsal ve aşkın boyutlarının tedricen silinip yerine performatif, gösteriye dayalı ve tüketimle uyumlu bir ‘dinî kimlik’ tasarısının geçirilmesidir. Artık dindarlık, bireyin Allah’a yönelişini değil; başkalarının bakışları altında nasıl göründüğünü önceleyen bir kamusal imaja indirgenmiştir. Bu noktada din, işlevsel bir değer üretme mekanizması olarak araçsallaştırılmıştır. Bu araçsallaştırma süreci, dinin asli kaynaklarından beslenmediği gibi onu, kapitalist düzenin taleplerine hizmet eder hâle getirmektedir. Dinin özüne aykırı bu süreçte, kutsal olanın zamanla ‘kültürel bir tema’ya dönüşmesi kaçınılmazdır.
Kapitalizm Dindarlığı, insanı sahici hakikat arayışından koparıp onu tüketime bağımlı kılar. Dinî değerler, özgürleştirici birer kudret olmaktan çıkarak, bireyin kimliğini biçimlendiren ve toplumsal aidiyetini tanımlayan birer “etiket” hâline gelir. Böyle bir düzlemde dindarlık artık Allah ile kul arasındaki gizli bir hâl değil; gösterilmesi, doğrulanması ve sosyal normlara uygunluğu aranılan bir imaj halini alır. Bu bağlamda Kapitalizm Dindarlığı bir krizdir. Sadece dinin değil, insanın anlam dünyasının krizi. Bu krizden çıkış, ancak dinin asli yönelişine; kalbe, tefekküre, içsel özgürlüğe ve hakikate çağıran o ilahi sedaya yeniden kulak vermekle mümkün olabilir. Bu ise içe doğru bir hicreti, gösterinin cazibesinden arınmayı ve dinin pazarlanamaz, metalaştırılamaz hakikatini yeniden inşa etmeyi gerektirir. Bir açıdan Gazzâlî'nin yaptığı gibi yeniden bir İhya hareketini gerektirir. İşte tam da bu nedenle, içinde yaşadığımız çağın en büyük cihadı, dinin ruhunu piyasanın gösteri ve tüketim aygıtlarından arındırarak onu yeniden bir hakikat ve varoluş çağrısı olarak ihya etmektir.