Bir Hakimiyet Unsuru Olarak: Medeniyet

  • 16 Görüntüleme
  • 1 Ocak 2025
Bir Hakimiyet Unsuru Olarak: Medeniyet

İslam tarihi Hz. Muhammed (SAV) ile değil, ilk insan olan Hz. Âdem (AS) ile başlamıştır. Hz. Âdem, İslam dininin buyruklarını ulaştırmak üzere yeryüzüne gönderilmiştir, Hz. Adem’den bu yana yaşanan her şey bir yönüyle İslam tarihi anlatısıdır. Dolayısıyla Müslümanlık tarihi bugünkü ön kabullerle düşünülmemelidir. Peygamberlerin getirdikleri ahkamlar birbirinden farklı olsa bile genel ilkeler birbirinden bağımsız değildir. Müslümanların 19.yüzyıla kadar genel tarih anlatıları bu şekildedir. Dolayısıyla nübüvveti esas alan tarih anlayışı ele alınmadan, Marshall Hodgson’un iddiasını değerlendirmek beyhude olacaktır. Hodgson’un 16. yüzyılda dünyaya bir marslının gönderilmesi üzerinden kurduğu teori bu yaklaşımla ele alınacaktır.

16.yüzyılda Osmanlılar; Anadolu, Balkan coğrafyası, Arap yarımadası, Kuzey Afrika, Kızıl deniz, Akdeniz ve Karadeniz havalisinde hakimiyetini sürdürürken; İran havzasında Safevi Hanedanlığı hüküm sürmektedir. Diğer bir Müslüman topluluk olan Babürler ise Hint alt kıtasından Çin’e uzanan bir teşkilatlanmaya sahiptirler. 16. yüzyıl dünyasında siyasi olarak bu üç Müslüman devlete denk bir devlet yapısı yoktur. Avrupa’da birçok devletçik vardır. Ancak haçlı seferleri gibi kutsal nedenler için bile bir araya gelemeyen Avrupa, iç çatışmalar yaşamaktadır. Ne Rus İmparatorluğu ne de Çin bu dönemde İslam medeniyetine mukabil güçler değildir. Giriş bölümünde değinilen teoride de görüldüğü üzere, 16.yüzyıl dünya haritasına bakıldığında Müslüman devletlerden başka hâkim unsur olmadığını düşünmek doğaldır. 

Müslümanların 16.yüzyıldaki hakimiyetini yalnız siyasi sebeplere dayanarak açıklamak doğru olmayacaktır. Tarih sahnesine bakıldığında siyasi açıdan hakimiyet kurmuş pek çok devlet olduğu görülür. Askeri olarak hakimiyet kurmanın, kalıcı bir üstünlüğü de beraberinde getirdiği düşünülmemelidir. Örneğin Moğollar tarih sahnesinde bir dönem dünya üzerinde hakimiyet sağlamışlardır. Ancak Moğol devletleri kalıcı bir medeniyet kuramamışlardır. Askeri başarıları onların hakimiyet kurmalarını sağlasa da pek uzun ömürlü olamamışlardır. 

Medeniyet fikrini oluşturamamış, kendi medeniyetini inşa edip o temeller üzerinde yükselemeyen bir devletin uzun ömürlü olması mümkün değildir. Dolayısıyla 16. Yüzyıl siyasi haritası değerlendirilirken İslam medeniyetinin unsurları ele alınmadan bir değerlendirmede bulunmak hatalı olacaktır.

 

İslam medeniyeti, insanlık tarihinde en az bin yıl boyunca dünya medeniyetlerinin merkezini oluşturmuş ve kültürel olarak Çin'den Viyana'ya, Moskova'dan Güney Afrika'ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada belirgin bir iz bırakmıştır. Bu medeniyet, sadece coğrafi olarak değil, aynı zamanda bilim, sanat, felsefe açısından yeni bir çağ açmış, mimari ve sosyal yapılar açısından da derin etkiler yaratmıştır. Dolayısıyla, İslam medeniyetinin tarihsel önemi ve geniş kapsamlı etkileri, hafife alınamayacak kadar büyüktür.

İslam medeniyetin hakimiyet serüveni 16. yüzyıla değil, Hz. Peygamberin nübüvveti neticesinde teşekkül eden yapıların faaliyetini arttırdığı döneme dayanır. Hz. Peygamber vefatı neticesinde Müslümanlar vahyi öğretiden uzak kalmışlar, bir otorite boşluğu hissetmişlerdir. Daha sonraki asırlarda İslami ilimler teşekkül etmiş, Müslümanlar teorik açıdan da üstün bir ilmi vukûfiyete sahip olmuşlardır. Ancak bu üstünlük yalnız İslami ilimler sahasında kalmamış; bilim, felsefe, sanat ve sosyal bilimler açısından da üstünlük kurmuşlardır. Bu üstünlüğün doğal neticesi olarak Arapça da hâkim dil unsuru olmuştur.

Yukarıdaki durumun bir örneği olarak felsefe Yunan medeniyetinde doğmuş ancak Batı medeniyetinde karşılık bulamamış, dönüşümünü İslam medeniyetinde sağlamıştır. M.S. 6.yüzyılda Roma İmparatoru I. Justinianus, pagan oldukları ve dolayısıyla Hristiyanlığa aykırı oldukları gerekçesiyle dönemindeki felsefe okullarını kapatmıştır. Bu dönemde, İslam medeniyeti felsefeye kucak açarak önemli bir boşluğu doldurmuş ve felsefenin gelişimine katkıda bulunmuştur. Müslümanlar tarafından Beytülhikme gibi önemli ilmî merkezlerde gerçekleştirilen tercüme faaliyetleri, Halife Me'mûn döneminde başlamış ve Halife Mu'tasım döneminde devam etmiştir. Ayrıca, Roma'dan kaçan filozofların Harran gibi bölgelere gelmeleriyle birlikte felsefe geleneği, kavram tercümelerini de içerecek şekilde İslam dünyasına aktarılmıştır.

1652'de basılan Analecta Historica Theologica adlı üniversiteye giriş kitabında belirtilen Arapçanın; teoloji, tıp, hukuk, felsefe ve filoloji gibi alanlarda zorunlu olduğu vurgusu, Arapçanın o dönemde Avrupa'da ne kadar önemli bir dil olduğunu gösteren önemli bir belirtidir. Bu dönemde, Hayy bin Yakzan gibi eserlerin Arapça ve Batı dilleri arasında karşılıklı olarak basılması da Arapçanın Batı dünyasında gördüğü ilginin bir göstergesidir. Avrupa üniversitelerinde doktora davetiyelerinde Arapça besmelenin yer alması da Arapçanın o dönemde ne kadar yaygın bir şekilde kullanıldığını göstermektedir. Bu durumlar, Arapçanın o dönemdeki kültürel ve entelektüel etkisini ve Batı dünyasında önemli bir lingua franca (ortak dil) olarak kabul edildiğini göstermektedir. Bu bağlamda, Arapçanın o dönemdeki küresel etkisi, bugünün İngilizcesi gibi geniş bir kullanım alanına sahip olduğunu ortaya koymaktadır. 

Sonuç itibariyle Hodgson’un iddiası Müslümanların yalnızca askeri ve siyasi üstünlük sağlamaları açısından değerlendirilmemelidir. Özellikle Osmanlı, Safevi ve Babür gibi büyük İslam devletlerinin varlığı, Avrupa'daki parçalanmışlık karşısında dikkat çekici bir durumdur. Bu devletlerin hakimiyeti, sadece siyasi güçleriyle değil; aynı zamanda medeniyet anlayışları ve kültürel etkileriyle de açıklanabilir. İslam devletlerinin geniş coğrafyalara hükmetmesi, bir medeniyet ufku ve ilmi derinliğe sahip olunmasını gerekli kılmıştır. Geniş coğrafyalara yayılmış İslam devletinin fikren geri kalması, bir medeniyet ufkuna sahip olmaması, kabul edilebilir bir durum değildir. Moğollar geniş kitlelere hükmetmesine rağmen dünya tarihine bir medeniyet fikri sunamamış, bu nedenle de kalıcı bir hakimiyet kuramamışlardır. Ancak İslam ümmetini her yenilgide tekrar ayağa kaldıran güç, inşa ettikleri medeniyet fikri olmuştur.

KAYNAKÇA

1. Görgün, T. (2020). İslam ve Batı ilişkileri çerçevesinde medeniyet meselesi. Endülüs Yayınları.

2. Hodgson, M. G. (1970). The role of Islam in world history. International Journal of Middle East Studies, 1(2), 99-123.

3. Gutas, D., & Şimşek, L. (2003). Yunanca düşünce Arapça kültür: Bağdat'ta Yunanca-Arapça çeviri hareketi ve erken Abbasi toplumu (pp. 48-86). Kitap Yayınevi.

4. Yıldırım, R. (2017). Kelâm Tarihi. İstanbul: İşaret Yayınları.

5. Görgün, T. (2020). İlahi sözün gücü.

Halit Ece
Halit Ece